1 Eylül 2012 Cumartesi

bANDSİSTA - Sokak Meydan Gece




Türkiye'deki feminist hareketinin 30.yılında bANDSİSTA'dan armağan. Minicik ama bolca doyuran iki tatlı şarkı : Olur Olmaz ve İsyan

Ben susayım kendilerini dinleyelim.Şöyle diyorlar:
Bu kısa albüm, birbirine değen, aynı iş yerini ya da sendikayı paylaşan, eylemlerde yan yana yürüyen, hayalleri kesişen, geceleri kadeh tokuşturan, konserlerde birlikte dans eden kadınların kolektif emeğinin bir ürünüdür. bANDiSTA’daki kadın icracıların çağrısıyla 8 Mart için beraber şarkı söylemek üzere yola çıktık; günlerce yan yana, her bir kelime hepimizin içine sinene kadar uğraştık, birlikte yazdık, söyledik, kaydettik, sözleri yazarken çoğu kez birbirimizin cümlelerini tamamladık; uzlaşamadığımız noktalarda yepyeni cümleler kurduk.
Bu şarkıların yazılması Türkiye’deki feminist hareketin 30. yılına denk geldi… Bu 30 yıl, bugün bu sözü söylememizi mümkün kılan, ortak mücadelemizin dilini yaratan bir tarih, tarihimizdir. Umarız ki şarkılarımız bize hayatımızın her alanında güç ve ilham veren bu harekete bir katkı olsun.
Yalnız ve hep birlikte, var olduğumuz her yerde,
Yaşasın kadın dayanışması!
bandsista, 8 Mart 2012

Dinlenesi, Çoğaltılası, Haykırılası!

Hemen dinlemek için :  http://tayfabandista.org/bandsista/


// Okumayı Sürdürün

Snijeg : Kadın Gözünden Bosna




‘Snijeg’ Boşnakça ve Hırvatça’da kar.

1997 Bosna.Neredeyse tüm erkeklerini kaybetmiş bir köy.Reçel ve turşu yapıp hayatta kalmaya çalışan kadınların öyküsü.

Erkek egemen zihniyet.Erkekler öldürülmelidir ki gelecek nesil devam edemesin.Yaşlı erkeği öldürmeye gerek yok. O nasıl olsa yeni döller veremez.Kadınlar mı onlar kalsın kendi döllerimizle yeni bir nesil yaratırız onlardan.

Özellikle seçilmiş yazılmış bir hikaye değil.Kadınların zorunlu öyküsü.

Savaş sonrası hayatı tüm gerçekliğiyle gözler önüne seren yönetmen, sanki ilahi bir gözle kadınların yaşantısını izliyormuşuz gibi hissettiriyor bizlere.

Snijeng 2008 yılınsa Bosna’da yapılmış tek film.Aida Begic’in ise ilk uzun metrajlı filmi,Cannes Film Festivalinden de ödülle döndü.

İzleyin, izlettirin..

Aslıhan Çamcı



// Okumayı Sürdürün

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Kim Kaybediyor?




Gerçekten kim kaybediyor söylesenize bir bana? 

Hayattan istediklerini alamayan, çok farklı, çok acayip, kendilerini loser olarak tanımlayan iki erkeğin filmi Kaybedenler Kulübü.

Çoğunluğun bildiği gibi Kaybeden Kulübü hikayesini aynı isimli uzun yıllar devam etmiş/eden bir radyo programında alıyor. Yazının devamının onlarla değil onların filmiyle ilgili olduğunu özenle belirtmek isterim.

Filminle derdim eleştirdiği genel ahlak kuralları ve onlara uymak istemeyen insanların eleştirisi değil; ama ona çok yakın bir yerde.

Filmin üç ana karakteri var. Mete, Kaan ve Kaan’ın hayatına giren gizemli kadın Zeynep. Ancak Zeynep yalnızca başlarda çok farklı ya da filmdeki deyişle duman gibi bir kadın olmayı başarıyor. Çünkü sonraları Zeynep hepimizin bildiği veya öyle zannettiği bir kadına dönüşüyor.

Kaan’ı olduğu gibi kabul etmeyen, onu normlara uygun hale getirmeye çalışan, her şey de kusur bulan, romantik Hollywood filmlerinden çıkmış gibi davranan kısaca kadın olan bir Zeynep çıkıyor karşımıza.

Filmdeki neredeyse tüm kadınlar iki kafadarımızı düzeltmeye çalışan, yapamasalar da sürekli başlarının etini yiyen, toplum kurallarının bekçileri.

Radyodaki müdürleri onlara sürekli bir misyon yüklemeye çalışıyor.

Yardımcıları header “bu kadar çok kadınla” birlikte oldukları için onları suçluyor.

En iyi ihtimalle Mete’yi görmeye gelip ev arkadaşının sevgilisi olan kadın yalnızca sesini çıkarmadan oturuyor.

Kaydenler Kulübü aslında kendi sözünü en sonunda söylüyor: Kadınların özelliği ne biliyor musun? Seni sen yapan özelliklerine aşık olup sonra senden o özellikleri almaya kalkıyorlar.

Ve bu da izleyenlerin çoğu tarafından filmin en gerçekçi ve haklı sözü sayılıyor.

Teşekkürler kaybedenler kulübü. Kadınları kadınlara ve defalarca genellemeler yapmış olsalar da yeniden erkeklere anlattığınız için.

Fragman







// Okumayı Sürdürün

Uzun Bir Sessizliğe İşarettir Kadın Olmak



Zaman ,sesler, yaşam, çocuk,zorluk,çabalamak…Bu kelimeler tanıdık bir o kadar da aşina bize biz kadınlara yaşamın kısa bir parçası olarak da nitelendirilebilir. Kimdir kadın, nedir ya da ne değildir?

Bir sessizlik içinde kaybolan ama aslında çığlıklarını duyurmak için o koskoca toplum içinde feryat figan bağırabilmek için çırpınan ,çırpındıkça kaybolmaya mahkum olan kadın bizim kadınlarımız…

Kadın bir cinsel obje, tutku dolu bir varlık, istenilen, uğrunda mücadeleler verilen yakılan,yıkılan kadın o kadın ki onun uğruna ülkeler yok olmuş, insanlar can vermiştir. Peki bu kadar önemli bu kadınlar neden biz bunu gerçekten hissedemiyoruz ?

Geçenlerde bir sohbete tutuştuk arkadaşımla kadın-erkek muhabbeti üzerine ve çok fena cevaplar aldım kendimce J  kadın- erkek eşitliğinden bahsetme dedi kadın sürekli kendini beğendirme çabasında sürekli toplumda yer edinme çabasında sadece bel altı ve tatmin etme aracı, dahası kadının tek memesi yoksa, herhangi bir uzvu eksik veya sakat olsa alay konusu, dışlanma korkusu üzerine hakim  peki ama okutulmayan,hoooop !!! dünyaya gelir gelmez sen dayak yiyebilirsin, sen 15’inde parayla kocaya gidebilirsin, ömür boyu hizmetçilik yapabilirsin ,canımız ne zaman isterse seni beceririz muhabbetine maruz kalan da kadındır, savaşlarda cepheye silah taşıyan, çocuk doğuran, onu büyüten besleyen yeri gelince nice güzel başarılar kazanan da kadındır.

Şimdi soralım hep bir ağızdan kadın olmak uzun bir sessizliğe işaret değil midir ?

Damla Eker
   
                                                                                                                                  
// Okumayı Sürdürün

Ben Kadınım!


Kadın olmayı önce ben reddettim.

Özgür bir kadındım ben. Üniversitede okuyordum.

İstediğim gibi giyiniyordum.  Ne giydiğime bakmadan yiyip içiyordum.

Özgürdüm, param vardı yetecek kadar. Aklım vardı, cesaretim vardı.

Bana laf etmeyen ailemin, arkadaşlarımın, tanıdık tanımadık insanların takdiri vardı.

Ve her tartışmaya, kadınları aşağıladığını düşündüğüm insanlara karşı masaya bunlarla oturdum ben.

Ve neredeyse hepsini kendi farklı ve entelektüel dünyamızda bunlarla kazandım tartışmaları.


Kazandığımı düşündüm. Ne de olsa özgür ve eğitimli ve farklı ve bla bla bla genç bir kadındım ben.

Bir yerlerde, belki fiziksel olarak çok uzak olmasa da fikren çok uzak olduğum kadınlar vardı. Onlar bu kadar derinlemesine düşünemezlerdi. Çevrelerine boyun eğerlerdi. Kültürdendi biraz, biraz eğitimsizlikten. Bazıları benle aynı okulda okurlardı ama olsun, onların da cesaretleri yoktu. Onlar bu laf dalaşlarını kazanamazlardı ve zaten kazanmak da istemezlerdi.

Ben kazanırdım.

Benim gibiler kazanırdı.

Bizim geleceğimiz biraz daha “farklı” olacaktı. Dünyayı değiştiremesek de yakın çevremizi, kendi hayatımızı daha iyi hale getirecektik. Öyle genç kadınlardık biz.

Başka türlü değil. Kadın olmak suçtur, ayıptır, öyle öğrettiler bize diyen köylü kadınlardan değildik. Hem işe hem eve koşturan süper kadınlar annelerimiz gibi değildik. Akrabalarının yanında ayakta bekleyen yengelerimiz gibi de değildik. Hiç olmayacaktık.

Bir gün, ne kadar seksistsiniz denilen tartışmalardan birinde bir sonraki cümlem

“Beni insan olarak görün, kadın olarak değil.” oldu.

Kadın olmaktansa daha büyük bir paydanın içine girmek istedim. Ne de olsa hepimiz insandık. Hem insan hakları vardı. Bu hepimize yeterdi.

Yetmiyordu ve bunu ben dahil herkes biliyordu.

Hepimiz insandık ama ben karşımdaki adamdan farklıydım. Hatundum, kadındım. Bunları seviyordum. Daha az kadınsı olmak istemiyordum, kadınsı olmak birilerine kadınlığımı sunmak değildi. Kadın değil insan olmak, büyük denize karışmak istemiyordum!

Çok sonra fark ettim.

Ben kadın olmaktan kaçındım. Kadınlığı küçümsüyor diye birileri.

Ben özgür, eğitimli, entelektüel ve sözde bir sürü şey olan genç kadın

Kadın olmaktan kaçınıyordum.

Hepimiz kadın olmaktan korktuk, utandık.

Bacı olduk, insan olduk, anne olduk, kız olduk, hoca olduk.

Ama kadın olmayı nerede yaşarsak, ne giyersek, ne yaparsak yapalım

Kendimize yediremedik.


// Okumayı Sürdürün

24 Ağustos 2012 Cuma

Virginia Woolf – Kendine Ait Bir Oda Kitabı Üzerine Aberegandik Yorumlar



Kadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitaplardan biri olan Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf’un belki de en kolay okunan kitabıdır. Kolay okunur, çünkü konu çok somuttur: “Kadın ve edebiyat.” Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları “ezeli” ve de “ezici” bir soru vardır: “Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?” İşte Virginia Woolf bu “yakıcı” soruya, tarihsel ilişkilerin kökenine inip kütüphane raflarında şöyle bir gezindikten ve de kısa bir kadın  edebiyatı tarihçesi çıkardıktan sonra esaslı bir yanıt getiriyor. Ve şöyle sesleniyor kadınlara: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..”yazısıyla başlıyor kitabın tanıtımı. Çok güzel tanıtmış keratalar cidden. 

Hacı üniversitenin tiyatro kulübüne gireceğim’ diyen arkadaşımızı nasıl Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını okumaya yönlendiriyorsak, felsefe ile ilgileneceğim diyen genç arkadaşlarımızı nasıl ‘Sofie’nin Dünyası’na yönlendiriyorsak, psikoloji bölümü 1. sınıf ciklerini nasıl Freud, Jung okumaya sevk ediyorsak, bu konuyu araştırmak isteyenlerin eline de bu kitabı tutuşturacağız galiba.

Kitap 6 bölüme ayrılmış. İlk 5’ine pek gerekli diyemeyeceğim, Shakespeare’nin kardeşi Judith’in hikayesinin anlatıldığı bölümü saymazsak, kitabı alan birisinin sadece 6. bölümü okuması, kitabın özünü anlamasına yetecektir.
Tanıtım yazısını çok beğendiğimi söylemiştim. Çünkü ‘kısa bir kadın edebiyatı tarihçesi çıkardıktan sonra’ diye bir ibare geçiyor. Çok doğru söylenmiş. Kadın ve Edebiyat üzerine daha uzun bir tarihçe çıkarılabilirdi diye düşünüyorum, çıkarılmalıydı da. Esaslı bir yanıt getirmiş-miş. Yok öyle bir şey. Bence daha iyi savlar öne sürebilirim bu ‘kadınların yazamaması’ konusunda. Virginia Woolf evet çok iyi ve çok akıcı bir metin çıkarmış ortaya. Ama hepsi bu kadar. Kadınlar niye yazamaz? sorusuna esaslı bir cevabı filan yok. Böyle bir çabası da yok zaten, başta açıklıyor. Son bölümde ‘en iyisi boşverin bunları, erkek yazarlardan biri bu konuda daha kapsamlı bir şeyler yazabilir’ diyor, burada bir ironi varmış gibi düşünebilirsiniz, ama bana böyle gelmedi. Kadın yazarların gelişiminin devam edeceğini savunuyor sadece. Bir Shakespeare ortaya çıkarmak zorunda değiller belki ama 100 tane iyi yazar say deseniz, muhtemelen tek kadın yazar ismi saymam. Bu da bir gerçek. Hele ki Türk Edebiyatı’nı göz önüne alacak olursak. Biraz realist olmak lazım.

Kitapta değinilen en değerli nokta ‘kadın yazarların kadın gibi yazmaması, erkeğe benzemeye çalışması’ idi. Bu nedenle başarısız olunduğunu ileri sürüyor Woolf. Doğru bir yaklaşım, Jane Austen bunun en iyi örneği. Evlilik, Aşk, Gurur gibi konuları kadın yazarın kaleminden okumak lazım. Jane Austen’in kadınların ilgi alanlarını yazması nedeniyle bugün bu kadar okunan bir yazar olduğunu söylüyor. Mantıklı.

Kitabın genelinde ‘kendinize ait bir odanız olsun, ekonomik özgürlüğünüz olsun’ gibi mesajlar veriliyor. İyi yazmanın kuralu buymuş. Saçmalık. Tam anlamıyla bahane. Erkek yazarlar villalarında yazıyordu sanki. Kitabı nerede yazdığınızın bir önemi olamaz bence. Yok bulaşıkmış, yok ütüymüş, yok çamaşırmış, kadınlar bunlarla ilgilendiği için yazamıyormuş. Hepsi bahane. Hayatın daha büyük sorunları varken bunları bahane edip yazamamak çok komik görünür herhalde.

Son bölüm haricindeki bölümlerde bazı erkek düşünürlerin, yazarların kadınlar hakkındaki düşüncelerine, sözlerine yer verilmiş. Mesela Napolyon, mesela Mussolini… Bir yerde ya arkadaş niye bu kadar çok düşünüyorsunuz kadınlar üzerine, altı üstü kadın diyerekten bir konu geçiyordu, çok koydu lan :/ Kadın haklı beyler.
6. bölüm ilgi çekiciydi. Sanırım bu yazımın sonlarına doğru kadınları gaza getirecek birkaç laf etmeliyim diyerek başlıyor. Yazın diyor, paranızı kazanın, kendinize ait bir odanız olsun ve yazın erkekler ne der diye düşünmeden yazın. Ama Virginia Woolf’un en beğendiğim yanı ‘kadınlık gururu’ gibi bir saçmalıktan bahsetmeyişi. ‘Yazalım, hadi erkekleri yenelim, dünyaya hakim olalım’ düşüncelerinin ötesinde yazmış yazacaklarını. Bunun bir savaş olmadığından bahsetmiş. Haklı da. Bazen düşünüyorum diyor, bu iki cinsiyet birbirini tamamlıyor. Kadınlar kitap yazamıyormuş, kadınlar kurmaca yazın anlamında hiçmişler kimsenin umrunda değil.
Kitap İletişim Yayınevi’nden çıkmış, 6 bölümden oluşuyor ve 127 sayfa. Suğra Öncü tarafından çevirisi yapılmış. Hayli de iyi yapılmış. Orijinal adı A Room of One’s Room.

Not: Düşündüm de yazılacak ne kadar çok şey var hakkında, lanet olsun daha 1 saat boyunca yazabilirim, ama sıkıldım :p Devamı haftaya filan, muhtemelen haftaya da unuturum. En iyisi mi siz alın okuyun.

M.G
24.08.2012
// Okumayı Sürdürün

21 Ağustos 2012 Salı

Bin Muhteşem Güneş - Khaled Hosseini



Sıkıcı olmayan bir kitap okusak, ne okusak?

Araştırma kitaplarından sıkıldığında okuyabileceğin bir kitap : Bin Muhteşem Güneş 

Babasının gayri meşru çocuğu olan Meryem'in, bambaşka hayalleri olan Leyla ile hayatlarının kesişmesi, bulundu
ğu coğrafyada kadın olmanın zorluklarının iliklerine kadar hissetmesi ve direnmekten vazgeçmeyen Afgan kadınlarının hikayesi...

Uçurtma Avcısı'nın yazarı Khaled Hosseini'den... Uçurtma Avcısı kadar çok beğenmemiştim ama teması ilginizi çekebilir (:




M.G.
// Okumayı Sürdürün